Alman Sosyal Demokratların (SPD) etkili isimlerinden Nils Schmid’in, AB’ye “Türkiye’den vazgeçmemeliyiz” çağrısını yaptığı ve ilişkilerin “akıllıca” nasıl yönetilebileceğine ilişkin önerilerde bulunduğu makalesi yankı uyandırdı. 

SPD'nin Federal Meclis'teki dış politika sözcüsü Schmid, IPS Journal adlı sitedeki makalesinde Türkiye ile ilişkiler konusunda çizdiği vizyonu ve güncel gelişmelere ilişkin değerlendirmelerini, DW Türkçe’ye açıkladı. 

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın gücünü yitirdiğini ve bu nedenle otoriterleştiğine dikkat çeken Schmid, "Erdoğan ile kişisel tartışmaya girme tuzağına düşülmemesi” önerisini, "Onu kişisel olarak hedef almanın hiçbir getirisi yok” sözleriyle savundu.

Türkiye'nin Avrupa-Atlantik yapılarına dahil edilmeye devam edilmesi gerektiğini söyleyen, "Erdoğan’ı cezalandırmak” için Türkiye ile AB üyelik müzakerelerine son vermek isteyenleri ise eleştiren Schmid, “Bu durumda Türkiye’deki reformları savunan güçlerin yüzüne kapıyı kapatmış oluruz” dedi.

SPD'nin Federal Meclis'teki dış politika sözcüsü Nils Schmid

SPD'nin Federal Meclis'teki dış politika sözcüsü Nils Schmid

Türkiye'de hükümlülerin tahliyesi için "tam bir maskaralık” diyen Schmid, “Bu yolla, ‘Bozkurtlar', aşırı sağcılar ve mafya ile bağlantısı olan, suç örgütleri üyeleri özgür kalıyor. MHP’nin ‘en çok istediği projeyi' uygulamak için Covid-19'un bahane edildiği çok açık. Binlerce masum, korunmasız hükümlü ise enfeksiyon riski ile karşı karşıya bırakılıyor” görüşünü kaydetti.

Merkel’in koalisyon ortağı SPD’nin etkili isimlerinden Nils Schmid’e yönelttiğimiz sorular ve yanıtları şöyle:

DW Türkçe: “Türkiye’den vazgeçmemeliyiz” başlığını taşıyan makalenizde, AB’nin Türkiye ile ilişkilerinin önem taşıdığını vurguluyorsunuz. Bu ilişkilerin AKP lideri Erdoğan’a indirgenmemesi gerektiğini, zaten gücünü artık kaybetmekte olduğunu, “geleceğin kasvetli göründüğünü” savunuyorsunuz. Gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz, Türkiye’yi siyasi ve ekonomik olarak zor günler mi bekliyor?

Nils Schmid: Türkiye’nin zaten Covid-19 salgını öncesinde de ağır ekonomik sorunları vardı. Bunlar daha da ağırlaşacak. Koronavirüsün dünyada yol açacağı ekonomik sorunlar mutlaka Türkiye’yi de etkileyecek. Örneğin Türkiye için büyük önem taşıyan turizm sektörü, bu yıl çok ciddi şekilde sarsılacaktır. 

Makalenizde, Erdoğan’ın ekonomik sorunlara çözüm getiremediğini, gücünü yitirdiğini, otoriterleştiğini, iç ve dış düşmanla çevrelendiğini düşündüğünü, bu nedenle de hukukun üstünlüğü konusunda, insan haklarında ağır kısıtlamalara gittiğini, Batı ile ilişkisinin de kötüleştiğini vurguluyorsunuz. Bu durumla “nasıl akıllıca başa çıkılabileceği” konusunda önerilerde bulunuyor, "Erdoğan ile kişisel tartışmaya girme tuzağına düşmemeliyiz” görüşünü savunuyorsunuz. Bununla neyi kastediyorsunuz, biraz açar mısınız?

Onu kişisel olarak hedef almanın hiçbir getirisi yok. Beğensek de beğenmesek de o Türkiye’nin cumhurbaşkanı ve uluslararası toplum onu muhatap almak zorunda. Ama bu, onun siyasetini hiç eleştiri yapmadan kabul edeceğimiz anlamına da gelmiyor. Aksine. Erdoğan’ın da uluslararası toplumun desteğine ihtiyacı var. Bu nedenle bu eleştirileri öyle kolayca yok sayması mümkün değil, eleştirilere yanıt vermek zorunda.

Türkiye’de yeni infaz düzenlemesinin yürürlüğe girmesiyle yaklaşık 90 bin hükümlünün tahliyesine başlandı. Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala gibi siyasetçiler, entelektüeller, muhalif isimler ve gazeteciler, getirilen fiili affın dışında tutuldu… Bu gelişme sizin için ne ifade ediyor?

Tahliyeler tam bir maskaralık. Tek bir siyasi hükümlü tahliye edilmezken, suç işlemiş yaklaşık 300 bin hükümlünün üçte biri serbest bırakılıyor. Bu yolla, "Bozkurtlar”, aşırı sağcılar ve mafya ile bağlantısı olan, suç örgütleri üyeleri özgür kalıyor. MHP’nin “en çok istediği projeyi” uygulamak için Covid-19’un bahane edildiği çok açık. Binlerce masum, korunmasız hükümlü ise enfeksiyon riski ile karşı karşıya bırakılıyor.

Türk hükümetinin koronavirüs salgını ile mücadelesini yetersiz bulan ve eleştirenlere yönelik baskının da arttığı belirtiliyor. Örneğin Erdoğan, Twitter’daki bir paylaşımından dolayı Fox TV Ana Haber sunucusu Fatih Portakal hakkında suç duyurusunda bulundu…

Türk hükümetinin, mevcut durumu, internet ve sosyal medyayı daha sıkı denetim altına almak için kullandığı yönünde haklı kaygılar var. Benzer gelişmelere, otoriter şekilde yönetilen diğer bazı devletlerde de tanık oluyoruz. İnsan Hakları İzleme Örgütü, koronavirüsün ekonomideki sonuçlarıyla mücadele amacıyla hazırlanan yasa teklifinde, Türk hükümetinin Facebook, Twitter ve YouTube gibi platformları daha çok denetlemesi ve sansürlemesine yarayacak bir düzenleme olduğuna dikkat çekiyor. Tüm bunlar son derece kaygı verici.

Makalenizde Türkiye’nin, Avrupa-Atlantik yapılarına dahil edilmeye devam edilmesi gerektiğini savunuyorsunuz. Türkiye’deki milyonlarca insanın AB’ye umut bağladığına işaret ederken de, bazılarının iddia ettiği gibi "Erdoğan’ı cezalandırmak” için üyelik müzakerelerine son verilmesinin, Türkiye’de zor dönemde Avrupa değerlerine sahip çıkanları etkileyeceğini kaydediyorsunuz…

Şu anda ilişkilerimiz krizde olsa da, AB üyelik müzakereleri, Türkiye’deki reformlara ivme kazandırabilecek bir kaldıraç. Üyelik perspektifi geçmişte kapsamlı siyasi ve iktisadi reformların yapılabilmesini sağladı. Ölüm cezası yürürlükten kaldırıldı, işkence yasaklandı. Şu anda üyelik müzakerelerine son verilmesini talep eden kesimler, aynı zamanda Türkiye’deki reformları savunan güçlerin yüzüne kapıyı kapatmış olur. Bu kapıyı mümkün olduğu sürece aralık bırakmalıyız.

Merkel ve Sarkozy’nin 2007’de Türkiye ile müzakere sürecini fiilen durma noktasına getirmelerini bir hata olarak gördüğünüzü söylüyorsunuz. Bununla birlikte gelinen noktada, Türkiye’de olumlu gelişmeler olmadıkça, üyelik müzakerelerinin canlandırılamayacağını kaydediyorsunuz. Ancak diğer yandan, Gümrük Birliği’nin modernize edilmesine dönük adımların, bir başlangıç olabileceğine dikkat çekiyorsunuz. Bu konuda yeşil ışık yakılır mı? 

Türkiye’deki gelişmelere olumlu anlamda etkide bulunabileceğimiz az sayıdaki imkanı da elimizden kaçırmamalıyız. Gümrük Birliği bir olumlu araç olabilir. Az da olsa, olumlu yönde değişimi teşvik edebileceğimiz çok da fazla aracımız yok. Ayrıca Gümrük Birliği, 80 milyonluk bir pazara ve Asya’ya kapıları açıyor. 

İdlib’de Türk askerlerinin Rusya destekli Esad rejimi tarafından hedef alınması sonrasında Türkiye 28 Şubat’ta NATO’dan askeri destek talep etti. Siz makalenizde, “İttifak’ın destek yükümlülüğünün Suriye ve Libya’da girişilen dış politika maceralarını kapsamadığı gerçeğinin Türkiye’ye açıkça anlatılması gerektiğini” savunuyorsunuz. Türkiye’ye İdlib’de destek verilmemeli mi?

Bu konuda, üç milyon 600 bin sığınmacıyı kabul eden Türkiye’ye göç sorunu ile baş etmesi için verdiğimiz destek ile askeri yardımlar konusunda ayrım yapmak zorundayız. NATO’nun destek yükümlülüğü ancak bir üyenin, ülke topraklarının, dışarıdan saldırıya uğraması halinde geçerli. Bilindiği üzere Türkiye için bu şimdiye kadar söz konusu olmadı.

Erdoğan’ın "kapıları açtık” açıklaması ve göçmenlerin Yunanistan sınırına akın etmesi krize yol açmış,bunun aşılması için AB ve Türkiye, Mülteci Mutabakatı ve ilave mali yardımlar üzerinde müzakerelere başlamıştı. Ancak şu ana kadar bir sonuç çıkmadı. Hatta Erdoğan’ın sınıra yeniden göçmenleri gönderdiği yönünde iddialar, bazı haberler var… Bu gerilim nasıl aşılacak, Türkiye’nin beklentileri karşılanabilecek mi?

Prensip olarak Türkiye’ye, üstlendiği bu ağır sorumlulukta, ilave mali destek de dahil olmak üzere, yardım etmeye hazır olmalıyız. Şayet yeniden göçmenlerin Türk-Yunan sınırına götürüldüğü haberleri doğrulanırsa işte bu, müzakerelerin devamını zora sokar. Şu kesin: AB, Erdoğan’ın şantaj uygulamasına boyun eğmez.