Kendimizi cennetin ortasında zannediyoruz. Cennetin bileti elimizde sanıyoruz. Kendimizle Allah arasında hiçbir perde yok zannediyoruz. Sanki yüce Allah her istediğimize anında cevap verecek. Sanki karar veren biz, kabul eden Allah olacak. İnanc

 
Kendimizi cennetin ortasında zannediyoruz. Cennetin bileti elimizde sanıyoruz. Kendimizle Allah arasında hiçbir perde yok zannediyoruz. Sanki yüce Allah her istediğimize anında cevap verecek. Sanki karar veren biz, kabul eden Allah olacak. İnancımız sahabenin inancına benzemiyor. Diğer Müslümanları hor ve hakir sayıyoruz.
Kendi mürşitlerimiz dışındaki mürşitleri, hocaları, üstatları adam yerine bile koymuyoruz. Üstadım benden razı oldu mu Allah da razı olacak! Öyle zannediyoruz. Böyle iman ediyoruz. Nasıl bir inançsa bu? Sanki benim razı olduğumdan Allah da razı olacak. Sanki Allah'tan ahit almışız. Söz almışız. Bu nasıl bir dini anlayış, nasıl bir bakış anlamak mümkün değildir.
Müslümanların önemli bir kısmı, belki birkaç yüzyıldan bu yana bu sakim, güdük, eksik ve aldatıcı anlayışa saplandılar. Bundan ötürü de tahammülleri kalmadı. Başkasını insan yerine koymadılar. Kendi üstadının, büyüğünün rızasını Yüce Allah'ın ve Resulünün rızasından üstün görmeye başladılar. Başkasının dini tebliğine bile yan gözle baktılar. Belki kendilerinin dışındaki Müslümanları 'müellefe- i kulub' gibi gördüler. Yani, İslam'a yeni giren Müslüman namzedi, yarım yamalak Müslüman. Bu nasıl bir nefis kabarması, nasıl bir azgınlıktır bilinemez.
***
 
Hz. Enes (r.a.) diyor ki; Hz. Peygamber'in (s.a.v.) peygamberliğinin 17'nci yılında Hadid Suresi'nin 16'ncı ayeti indi. Bu ayet bizim İslam'a girişimizden yıllar sonra inmiştir.
Sahabe arasında gülüşmeler, mizah yollu rahatlık ve rehavet çoğalınca şu ayet indi: 
"İman edenlerin Allah'ı zikretmekten ve inen Kuran'dan dolayı kalplerinin saygı ile ürpermesinin zamanı gelmedi mi?
Daha önce kendilerine kitap verilip de, üzerinden uzun zaman geçen, böylece kalpleri katılaşanlar gibi olmasınlar, onların birçoğu fasık kimselerdir."
Bu ayet sahabeye iniyor. İçlerinde Hz. Peygamber'in (s.a.v.) bulunduğu insanlık tarihinin en ciddi ve hassas cemaatine iniyor.
Kuran-ı Kerim bu büyük cemaati sarsıyor. Ürpertiyor. Hâlâ kalpleriniz ürpermeyecek mi diyor.
Onların duruşunu Yüce Allah beğenmiyor. Yeterli görmüyor. Bir anlık gülüşlerini veya rahatlıklarını eleştiriyor. "Kalplerinizin ürperme zamanı gelmedi mi" buyuruyor.
Onları fasık olmakla tehdit ediyor.
Fasıklara benzemeyin diyor. Bedir'de şehit vermiş, Uhud'da göğsü yarılmış sahabeye bu ayetler iniyor. Evini, bağını bahçesini terk edip Medine'ye sığınan iman insanlarına söylüyor. Sıradan insanlara değil. Uluorta bir cemaate demiyor bunları, sahabeye diyor bu ağır cümleleri. Şimdi her Müslüman'ın, hiçbir grup ve cemaate bağlantısı olmayan kendi başına yürüyen veya bir gruba, tarikata, cemaate, meşrebe bağlı her Müslüman'ın bu ayeti yeniden okuması lazım. Bir daha bir daha.
Sahabeyi bile Yüce Allah böylesine silkelerken ya biz kim oluyoruz da; hikmeti Rabbani'yi, nusreti ilahiyi ve cenneti me'va'yı kapımızın önünde görüyoruz. Bunun adı sorumsuzluk ve İslam'ı az bilmek değil de nedir Allah aşkına. 
***
 
Şu evliliği beraberce kurtaralım
 
1- Aile içinde şakalaşmayı ihmal etmeyin 
2- Eşiniz için bakımlı olun.
3- Ailenizin yanında eşinizi sevindiriniz. Övün, saygıyla anın.
4- Evliliğinize hiç kimseyi karıştırmayın. Etraftakilerin sözleriyle hareket etmeyin. Problemi evde çözün.
5- Aşırı kıskançlık duygusuyla bakmayın.
6- Sadece kendinizi haklı görmeyin. Bazen eşinizin de haklı olabileceğini düşünün. Ona fırsat verin. Sorun. Danışın.
7- Eşinizin akrabalarına saygı gösterin.
8- Eşinizin kusurunu örtün. Ortalıkta konuşmayın. Münasebetsizliği bile olsa kapatın. Eleştirmeyin ortalıkta.
9- Bazen eşinize beklemediği sürprizler yapın.
10- Sırlarını saklayın. Özeli hiç konuşmayın. Aile mahremiyeti, en önemli mahremiyettir. Kimseyi ortak etmeyin. Ortak olmak isteyen boşboğazlara müsaade etmeyin.
11- Eşinize bazen isabet ettiğinizi söyleyin.
12- Kibar ve nazik olun.
13- Eve girerken gülümseyin. Dışarıdakini dışarıda bırakın eve sıkıntı taşımayın.
14- Sinirlenince sükûneti koruyun.
15- Evde, çocuk bakımında eşinize yardımcı olun.
16- Onu sevdiğinizi söyleyin. Eşinize bazen bugün daha güzelsin deyin. Bunu demekle kıyamet kopmaz.
17- Ona güvenin.
18- Helal rızık yedirin.
19- Tatile eşinizle gidin. Lokantada yemek yerken bile ailenizle yiyiniz.
20- Ev işinde yardımcı olun. 
Bunları deneyin. Çünkü yıldan yıla, hazımsızlığımız, umutsuzluğumuz ve boşanmalarımız çoğalıyor. Basit bir sebepten dolayı boşanmak, kâinatı yıkmak gibidir.
***
 
Tasavvuf Allah'ı murad etmektir
 
Tasavvufun gayesi, mümini Rabbinin rızasına yaklaştırmak, Yüce Rabbi muradının merkezi yapmaktır. Eşyanın gerçek yüzünü göstermektir. Kul ile Rabbi arasındaki araçları kaldırmaktır. Ahirette 'ru'yetullah'ı, Allah'ı görmeyi sağlayacak yolu göstermektir.
Dünyanın anaforuna kapılmış savurgan nefsi, bir öğreticinin disiplini altında sahibine ulaştırmaktır. Burada öğretici mürşittir. Savurgan nefsin sahibi ise mürittir. Bizim bildiğimiz, bizim övdüğümüz, bizim kabul edebildiğimiz tasavvuf budur.
Yoksa mürşide; Yüce Rabbin sıfatlarını yakıştıran veya Hz. Peygamber'in (s.a.v.) 'ismet' yani günahsızlık sıfatını uygun gören bid'at ve hurafe ehli ile bizim işimiz olmaz. Tasavvufun onlarla işi olmaz. Onların da tasavvufla işi olmaz.
Tasavvufun terbiyesine giren mürit, zaman zaman şu kavramlarla kendini sorgulamalıdır.
Her müridin, yani Allah'ı murad edenin aşağıdaki halleri nefsinde tartması lazım... 
***
 
 İhsan makamında mısın? Yüce Allah'a ibadet ederken O'nu görmesen bile O'nun seni gördüğünü bilmendir ihsan. Abdest alırken, alışveriş yaparken, konuşurken, gülerken, ağlarken, adım atarken O'nun seni gördüğünü düşünmendir. O halde sormalı mürit, ihsanda mıyım?
Eğer mürit, ben bütün bunları yaparken mürşidimin rızasını istiyorum veya mürşidim benim her halimi görüyor diyorsa tehlikeli bir uçurumun kenarındadır. Bu anlayış İslam akaidine aykırıdır. 
 Zikir makamında mısın? Zikir hayatında her daim Allah ile halvet halinde misin? Allah ile arana giren bir anlık dalgınlığı bile bir ihanet gibi görüyor musun? Zikir yaparken mesela, La ilahe illallah derken, O'na sesleniyor musun, yoksa nefsini O'na kul mu ediniyorsun. Rabbini duy ey nefsim mi diyorsun, yoksa Rabbim duy bu nefsimi mi diyorsun. Derdin sesini duyurmaksa doğru bir yerde değilsin. O zaten seni duyuyor. Senin derdin kendine O'nu duyurmandır. O halde zikirde misin? 
 Tövbe makamında mısın? O'ndan gayrisini bir saniye öne koyduysan, Rabbinden başkasına bir salise meylettiysen, bütün tövbelerin altüst olmuştur. Tövbelerinden ötürü tövbe edip arınman, samimiyetsizliğinden dolayı ufalıp rıza kapısına diz çökmen lazım. O halde soruyoruz tövbede misin? 
 Vera makamında mısın? Takvanın biraz daha derinleşmiş halidir vera. Aslında 'vera' ürkmek ve korkmak demektir. Helali yerken bile sormak halidir. Onun için Hz. Ebu Bekir, yediği veya ikram aldığı her lokmayı sorar, kaynağını araştırırdı.
Rızkının, önüne gelen her lokmanın O'ndan (Rabbinden) geldiğini bilmen lazım. Bazen rızıkla imtihan edildiğini, bazen imtihanın da imtihana tabi tutulduğunu düşüneceksin. Şüpheden, bulaşıcı bir hastalıktan sakınır gibi sakınacaksın. 
 Tevekkül makamında mısın? Rabbin vekilin midir? Her işinde rızanı ve kalbini O'na havale ettin mi, yoksa sebepleri gaye mi edindin. Tedbiri alıp, O'na teslim olmak tevekküldür. 
 Muhabbet makamında mısın? O'ndan gayrisine kalbinde yer ayırırsan münafık gibi olmuş olursun. Münafıkı silkeleyen şey, iki imanı bir yerde bulundurmasıdır. Sahte muhabbet bir tür münafıklıktır. Allah'tan gayrisini vücudun en mahrem yeri olan kalbe misafir etmek münafıklıktır. 
 Havf ve reca makamında mısın? Cehennemi hak ettiğinizi düşünecek kadar ürkek; cennete gireceğinizi ümit edecek kadar ümitli olacaksınız. Korku ve ümit arası.
İyi de bu hali nasıl aşacaksın! Mürşidin rızasıyla mı, Rabbin rızasıyla mı?
Elbette mürşidin de senin gibi bu hali yaşamadıkça mürşit olamaz. Gerçek mürşit, bu halleri aşan insandır. 
Hz. Ömer bunu şöyle izah ediyor: "Deseler ki herkes cehenneme girecek ama bir kişi cennete girecek o bir kişi ben olabilir miyim diye ümitlenirim. Deseler ki herkes cennete girecek ama bir kişi ateşe girecek o bir kişi ben olabilir miyim diye korkarım." 
Büyükler havfı (korkuyu) daim kılmışlardır.. Ama recayı (cennete girme veya bağışlanma ümidi) hep arka planda tutmuşlar. Çünkü onların derdi cehennem veya cennet değil, onların derdi ve korkusu Yüce Allah'tan uzak düşmektir.
Tasavvuf özetle budur aslında. O'nun rızasının dışındaki rızaları şirkle bir görmektir. Onun için mürşitte fani olmak, Hz. Peygamber'de (s.a.v.) fani olmak, Yüce Allah'ta fani olmak demişler. Fena olmayı (yok olmayı) sübuttan (var olmaktan) önde tutmuşlardır. Yüce Rabden dünyevi bir şey murad etmeyi, mahreme dokunmak kadar yaman saymışlar. Dualarını bile edep süzgecinden geçirmişler. İçten veya dıştan yakarmayı bile bir kısmı utanarak ertelemişler. O biliyor ya demişler. Ya O' nun her şeyi bildiğini bilmeyenler?