Vaktiyle “koz helvası”ndan, “beyaz leblebi”ye, “horoz şekeri”nden, “kâğıt helvası”na kadar bütün çerez esnafı; Boğaz’ın 2 kıyısındaki iskele meydanlarıyla, Sultanahmet, Beyazıt, Taksim, Kısıklı gibi ünlü meydanlarda yoğunlaşırlardı. *** Kestanecil

Vaktiyle “koz helvası”ndan, “beyaz leblebi”ye, “horoz şekeri”nden, “kâğıt helvası”na kadar bütün çerez esnafı; Boğaz’ın 2 kıyısındaki iskele meydanlarıyla, Sultanahmet, Beyazıt, Taksim, Kısıklı gibi ünlü meydanlarda yoğunlaşırlardı.
***
Kestaneciler yüksek ve yuvarlak mangallarının geniş kıyılarına tek yanlı yığarlardı sıcak “kestane” kebaplarını. En yanmış ve morarmış olanları da, yığdıkları kümenin içine saklarlardı.
***
Kestaneci de eve ekmek götürecekti ve bir günlüğüne bayatlamış olan “kestane kebap”ı ertesi gün satamazdı. Bayatlamışları çok ucuza mahalle bakkallarına devretmek zorundaydılar.
***
Günde birkaç kez, önünden geçmek zorunda kaldığın çerez satıcılarıyla, sonunda ahbap olurdun. Lafın sonunu da genellikle şöyle bitirirlerdi:
- Kestane kebap taze, alıver şöyle bir külah.
***
Kestane kebap, içlerinde aşk iksiri kaynayan kızlı erkekli öğrencilerin, birbirlerinin eline sıkıştırdıkları ilk mektupların sonuna da, kendince misafir olurdu:
“Kestane kebap, acele cevap.”
***
Jimnastik derslerinde okulun bahçesine çıkıldığında, sert adımla yürümek de vardı.
Oralarda da bazı “mal” öğrenciler “kestane kebap” ile tempo tutarlardı:
- Rap... Rap... Rap...
***
“Atkestanesi” de çok büyük ağaçlarda olan kestane familyasından olan bir üründü.
Ancak ne kebabının, ne tencerede kaynamışının yenmesi mümkün değildi.
***
“Yerçekimi yasası”nı saptayan İngiliz bilgini Newton’u da karıştırmışlar kestane fıkralarına.
***
Bir gün Newton açık arazide bir “atkestanesi” ağacının altına uzanmış yatıyormuş. Bir yanında da “balkabağı” tarlası varmış.
Büyük bilimci, “balkabakları”nın yerde ve çok ince saplarla bırakılmasını ve küçük atkestanelerinin çok büyük ağaçlarda üremesini “doğal bir haksızlık” olarak görmüş ve tam o sırada ağaçtan kopan bir atkestanesi alnına düşmüş.
***
Newton:
- Tanrı’nın işine karışmamak gerek, diye kalkmış ayağa.
***
Cezaevlerinde başgardiyanlara sunulan bir rica da vardır:
- Kestane kebap, ne olur bir kalemle bir kitap.
***
21.11.1977 tarihli Hürriyet gazetesinde yayımlanmış imzasız bir fıkra:
“Şaşar mısın, şaşmaz mısın?
Adamın biri gelmiş Bektaşi’ye:
- Erenler, demiş; ben çok büyük günah işledim.
Bektaşi:
- Sıkma canını, demiş. Herkese biraz günahkârdır ve öyle büyük günah diye de bir şey yoktur dünyada...
- Bildiğin gibi değil benimki...
- Anlat bakalım ne halt ettiğini de öğrenelim büyük günahını...
- Efendim ben bir domuzla cinsel ilişkide bulundum.
Bektaşi azıcık afallamış: Allah Allah, demiş; zevkine tüküreyim senin mendebur hayvanın biridir o... Sert kılları vardır, bir yerine batmadı mı?
- Batmadı bulduğum domuz uyuzdu...
- Ne uyuz domuz haa... İyi seni tepmedi.
- Tepmedi çünkü ölüydü...
- Ölü uyuz domuzu haa... Şükret ki Allah çarpmadı seni...
- Tedbirimi almıştım, Kuran-ı Kerim vardı, göğsümün üzerine...
Bektaşi’nin ağzı bir süre daha açık kalmış. Neden sonra hafifçe sormuş:
- Ne iş yapıyorsun sen?
Adam:
- İnsanları yönetmekle görevliyim. Ülkeyi kalkındırmaya, toplumun da mutluluğa kavuşturmaya uğraşıyorum.
Bektaşi:
- Şimdi anladım, demiş. Keşke şunu baştan söyleseydin. O zaman gerisine şaşmazdım.”