20. yüzyılın en büyük şarkıcılarından biri kabul edilen Charles Aznavour, ‘sahnedeki yetmişinci yılını’ Verona’da kutladı. İki saate yakın sahnede kalan 92 yaşındaki sanatçıyla, konserden sonra kısa da olsa görüşme ve tanışma imkânı buldum. Verona, Romeo’nun tırmandığı ve Jülyet’in aşk dolu bakışlarıyla karşılaştığı balkonundan başka İtalya’nın en iyi korunmuş arenasına da sahip olmasıyla bilinen bir şehir. İşte o Arenada unutulmaz bir konser yaşandı.

Sahneye çıkışının yetmişinci yılını kutlayacak olan Charles Aznavour için bütün biletler tükenmiş, şehrin her yanına konserin afişleri asılmış, otellerde boş oda kalmamış, herkesi konserin heyecanı sarmıştı.

Bense Charles Aznavour’un davetlisi olarak gidecektim ve konserden sonra kendisiyle tanışma fırsatı bulacağım için herkesten daha fazla bir heyecan duyuyordum.

Sahneye adım attığında başlayan o büyük alkış tufanı uzun süre kesilmedi. Bir şehir, yirminci yüzyılın en büyük şarkıcılarından birini bağrına basıyordu. Konsere gelmeden konuştuğum biri, “nasıl gitmeyebilirdim ki konsere” dedi, “Mösyö Aznavour buraya gelmiş, ben nasıl olur da gitmemeyi düşünebilirim?”

Hiçbir boş koltuğun olmadığı Arena’da, o meşhur “Hier Encore”u İtalyanca söyleyince herkes ayağa kalktı, meğerse bir döneme damga vurmuş nice şarkısını da aynı dilde seslendirecekmiş. “Mourir d’aimer”, “Que c’est triste Venice”, “Tous les visage de l’amour” gibi şarkılarını İtalyanca okurken herkes onunla beraber söylüyor, flaşlar arka arkaya patlıyor, herkes telefonlarıyla o anları ölümsüzleştirmek istiyordu. Bir buçuk saatten fazla kaldığı sahneye Emmenez-moi ile veda etti, hiç kimsenin Arena’yı terk etmediğini görünce geri gelip bir kez daha selamladı herkesi. Arena’nın karanlık dehlizlerinde yürüyerek, arka arkaya yolumu kesen güvenlik görevlilerine elimdeki geçiş kartını gösteriyordum ve böylece kulise geldim.

Siyah gömleğinin, kırmızı askı ve çoraplarının yerini maviler almıştı, kendisini bekleyen yirmi kadar davetliydik, gülerek yanımıza geldi. Buzlu kovaların içinde şampanyalar sıralanmıştı yanımızdaki masada.Yorgun ama mutlu görünüyordu, dinçti. Ama ben Türkiye’deki basına o gün bir kez daha lanet ettim. Davet edilmiştim, aklımda 1915’le ilgili bir soru sormak ve bir de Türkiye’ye bir şey söylemek isteyip istemediğini sormak vardı; ama olmadı, çünkü ne yazık ki haklı olarak “bunları yanıtlamayacağım” dedi, sebebi ise basitti. Menajeri yanıtladı: “Daha önceki yıllarda söylediklerimizi öyle çarpıttınız, öyle değiştirdiniz ki o yüzden güvenemiyoruz.” Ama ‘sahnede geçirdiği yetmiş yılı’ sordum ona. Ne hissediyordu, nasıl hâlâ böylesine coşkuluydu? “Şöyle söyleyebilirim: Sahnede olmaya âşığım. Ve çok önemsediğim bir şey daha var, o da halkla iletişim kurmak! Dünyanın dört bir tarafında sahneye çıktım, konserler verdim ve her zaman yeni insanlarla tanışmanın keyfini yaşadım, bambaşka yerlerde birbirinden apayrı insanlara söyledim şarkılarımı. Onların hepsiyle bir şekilde iletişim kurabildim böylece.”

Sonra bir cümle daha söyledi: “Halk yoksa biz bir hiçiz.” Edith Piaf’tan Yves Montand’a, Shirley Bassey’den Nana Mouskouri’ye, birçok ismin şarkılarını seslendirdiği Aznavour’la tanışma fırsatını Verona’da yakaladım ama çektirdiğimiz fotoğraf için “Çok yorgunum, bunu lütfen yayınlama” dedi. Gece yarısını geçiyordu Arena’dan ayrıldığımızda. Meydanda, caddede birbirilerine sarılıp şarkılar mırıldanan insanlar gördüm. Jülyet’in balkonuna doğru yürüyorlardı.